Van İskele Caddesi 1973 (Günümüzde bu ağaçlar yok)
ŞİPANA
Bilenler bildi bu başlığı şimdilerde artık o şipanalı evlerle birlikte bu kelimelerde gündelik yaşamın dilinden silinip gitti artık. O evleri yiyenler şimdilerde dört beş katlı çirkin ejderhalar oldu.
İnsanın içinde yaşadığı devasa bir evdir şehir. Eğer bir evin düzensizliği içinde kendinizi kaybedip bulamıyorsanız aynı şekilde insanın yaşadığı kent içinde kendini bulamamaktan farkı yoktur düzensizliğin.
Her şeyden önce düzendir şehir. Saygı, sorumluluk, emek, içtenliktir şehir. İnsanlar sadece şehirde oturmazlar şehirde insanların içinde oturur. Bir şeyin ismine sahip olmak onun aslına sahip olmak anlamına gelmez. O nedenle şehirler yasayla şehir olmaz şehir olduğu için şehirdir. Bir şehrin arkasında tarih olacak, gelenek olacak, sokağın geleneği, sorumluluğun geleneği, kurumların geleneği.
Aynı zamanda bu gelenekler, uygarlık bilincini kentlilik bilincini, oluşturan değerlerdir. Şehirler köylülerden çektiği zulümleri depremlerden, savaşlardan, yangınlardan çekmemiştir. Şehir yüzyılların emeğinin birikimidir. Kentlilik bilinci, bir gönül işidir, bir meftun olma işidir. Ayrıca bir yaşama kültürüdür kentlilik. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir duyarlılık bilinci, bir saygı, bir hak bilinci, bir hukuk bilinci bir uygarlık bilincidir.
Kentlilik bir duyuş bir hissediş biçimidir. Eğer bir kentte ilişkiler kimsenin kimseyi adam yerine koymadığı bir ilişki biçimine dönüşmüşse kentte adam yerine koyulmaz. Sokakta, çarşıda, pazarda, okulda, devlet kurumlarında, trafikte, herkesin herkese yaptığı her defasında “sen adam değilsin “ tavrı değil midir. İnsanlar adam yerine koyulmaya koyulmaya adam olmadıklarına belli bir süre sonra kendileri de inanmaktadırlar.
Uygarlık bir duyma biçimidir. Bir hissetme biçimidir. Uygarlık bakıştadır tavırdadır ilk görüşte onu hemen hissedersiniz.
Bir şehrin şehir olduğu nerden belli olur dersiniz. Yanağındaki beninden mi Nüfusundan mı, sanayisinden mi, bilemediniz, Kitapçılarından ve çiçekçilerinden belli olur bir şehir. Bir şehrin ne kadar kitapçısı ve çiçekçisi varsa şehir o kadar şehirdir.
Mahallenizde sokağınızda bir kentte eski evler varsa içinde direnen yaşlı bir nine ya da dede vardır. Onlar göçüp gittikten sonra evlerde onların ardı sıra giderler. Çünkü evlerin de dili vardır yeni neslin yaşamında yerleri olmaz Yeni nesille muhabbetli bir dil tutturamazlar onlar ancak melâle ve kendilerine emek verenlere âşinadırlar.
Bugün artık o evlerin de nesli tükenmiş durumdadır. İki katlı kerpiç evlerden söz ediyorum. Yıllara meydan okumuş sararmış kadidi çıkmış tahta merdivenleriyle tarihin, bütün cefasını çekmiş bahçeler bağlar içindeki kerpiç evler, yoksulluk içinde estetik, yoksunluk içinde güzel. Duyarlı ellerden çıktığı belli olan patiskalara işlenmiş kaneviçeli perdeli cumbalarıyla her zaman sokağa gülümseyen o güzelim evler kendi dönemlerinin estetiğinin bütün konforunu çehresinde toplamış evlerden söz ediyorum. Yani iki katlı kepiç evlerden Sanatı ıskalayan köylü toplumlarda her türlü kabalık kendini sokağından evine, mimarisinden müziğine kadar her yerde kendini gösterir. Sanatta öyle zannedildiği gibi çok da zenginlik ve refahla ilgili değildir. Bugünlerde Van’da insanların bu kadar para, bu kadar emek döküp bu kadar çirkin apartmanlara sahip olmaları sanatsal duyarsızlıktan başka neyle açıklanabilir. İnsanların bu kadar para harcayıp ta bu kadar çirkin binalara sahip oldukları başka bir kent var mı dır?
Örneğin Îslami bir endişeyle dizayn edildiği her halinden belli, kaba, ham ve yoz bir zevkin elinden projelendirildiği besbelli olan geometrik balkonlu, yuvarlak yeşil pencereli yeşil boyalı bir apartman size hangi şarkıyı çağrıştırır?
Yine yanında mâhzun eski günlerden kalmış pırıl pırıl camları silinmiş temizliğin uygarlıktan olduğu bilinmiş iki katlı cumbalı kerpiç ev, sağ köşesinde mis gibi leylak ağacı, sol köşesinde güller, önünde şakır şakır akan kehriz suları, size hangi şarkıyı çağrıştırır. Birincisi sesi zatüryeye tutulmuş kötü bir ilahi ya da arabesk bir şarkıyı, ikincisi yüzüne baktığınızda güftesi Yahya Kemal’e ait Şekip Mahmud Bey’in Nihavent sofyan şarkısını dinler gibi olursunuz
Gönlümde oturdum da hüzünlendim o yerde
Sen nerdesin ey sevgili yaz günleri nerde
Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde
Bir evde üç tane zeytini kirli bir tabakta sofraya getirmekle aynı üç tane zeytini tertemiz bir tabakta üç dal maydanozla süsleyip sofraya getirmenin arasındaki fark ne farkıdır dersiniz Zenginlikli mi? fakirlik mi? bilemediniz. Sanat farkıdır. İşte sanat buralardan başlar.
Modern dönemin tüketim çılgınlığının kültürünün oluşmadığı günlerde insanların çöpü olmazdı o evdeki artan her şeyden çevremizdeki her canlıya pay düşerdi. Ekmek artıkları hiçbir zaman çöpe atılmaz her evin bahçesinde herkesin mutlaka üç beş tavuğu olurdu. Kerpiç evlerde yaşarken çöplerimiz kokmazdı. Mahalleye belediye arabası uğramaz ama sokaklarımız yinede de ter temiz kalırdı.
Hani sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evin hanımları kızları önce içeriyi temizleyip sonra bahçeyi ve sokağı sulayıp süpürdükten sonra toprağın renkten renge giren alaca tonlu halleri neyi hatırlatır size.
Süpürüldükten sonra topraktan yayılan o koku hangi kokudur? Gül mü? Zambak mı? Menekşemi. Bilemediniz İğde! Bir şehrin semaver kurulacak bahçeleri evleri kalmamışsa o şehirden göç etme vakti gelmiş demektir.
Bir Şehrin Kanalları
Sokaklardan geçen su kanalları yaz günlerinde dağların ovaların serinliğini taşırdı yüreğimize. Gece yatağında uyurken su sesinin o muhteşem nağmelerini hissetmeden uyuyan bir Van’lı varmı dır. Su sesleri ki Fuzuli’nin su kasidesi kadar güzeldi. Kanallar o dönemde biz çocukların yüzme kariyerinin ilk basamağıydı. İlk kaptanlık muhayyilemiz. Tahtadan ağaçtan, gemiler yapıp çocukluk yaratıcılığımızı geliştirdiğimiz tersanelerimizdi. Bir gün denizlere açılacağımızın uzun ince serüveniydi kanallar. Kanallardan söz edipte çırpaşlardan sözetmemek olur mu? Çırpaşlar her zaman bu manzaranın istenmeyen bir parçası olmuştu biz çocuklar için. Çırpaşlar o dönemde biz çocuklara tek gözlü korsanlar gibi görünürdü nedense. Her zaman ellerinde ortası oyuk bir demir asabi bir çehre bisikletle ya da motorla kanal boyunca turlar atar biz çocukların serinleme serüvenini inkıtâya uğratırlardı. Bizim kuşağın çocukları rüştünü ispatlayınca artık kanallar dar gelmeye başlar Şamran serüvenimiz başlardı.
Ve Kanalların Şahı Şamran
Çok değil yirmi yirmi beş yıl öncesine kadar Şamranda yüzdüğünü hatırlayan o dönemin çocukları şimdilerde çoluk çocuğa karışmıştır. Şamran ki bizim yüzme kariyerimizin ikinci basamağıydı. Şamran ki çocukluk lugâtımızın ilk yabancı sözcüğü. Babil’ in o güzelliği dillere destan melikesi Semiramis’in gözyaşları kadar temizdi. Şamran ki üç bin yıllık yaşıyla yorgun ve hep muttasıl akan Semiramis’in kıvrım kıvrım saçlarıydı. Kim bilir hangi güzelliklere hangi aşklara uygarlıklara can vermişti. Hiç çağlamaz, hiddetlenmez üç bin yıllık yaşının bütün olgunluğunu taşıyan sakin haliyle durgun ve hep sessiz akardı. Şamran deyip geçmeyiniz. Suların en ketumudur Şamran. Tarihin en sessiz tanığı, ihanetlerin, ihtirasların, iktidarların, , savaşların.
Sıcak yaz günlerinde çarşıya gitmenin en güzel en dingin en serin yolu hangisiydi dersiniz? Rüzgarları yapraklarının arasına doldurup insana harikûlade tabiat manzaraları sunan gök kubbeyi yeşilin bin bir tonuyla kaplayan cadde hangisiydi? Ve yine yol boyunca sağlı sollu bütün yolcularını nizami bir esas duruş içinde selamlayan o kavak ağaçların kol kola girdiği cadde hangisiydi dersiniz. Maraş mı, Sıhke mi bilemediniz. İskele! İskele ki aslında o yıllarda cadde bile sayılmazdı daha çok yayaların yoluydu motorlu araçların sınırlı sayıda olduğu o yıllarda Şöförler bey olarak çağrılırdı. İskele caddesi o yıllarda şimdilerde tekavüt olan hacı muratların caddesiydi.
İskele caddesinin denize yönelen ucu sonsuz özgürlüğe, maviliğe açılan bir kapı gibiydi. Ama o kapının başında her zaman bizi bekleyen deli Dumrulların olduğunu bilirdik. Deli Dumrullar ki neredeyse iskeleyi kendilerine ait Antik Yunandaki kent devletlerinin yurttaşlarının sahiplendiği bilinç içinde sahiplenen sınır nöbetçileriydi. “İskelelilerden” dayak yemeden denize ulaşmak pek mümkün olmazdı. Ama deniz biz çocukların muhayyilesinde dayağı göze alacak kadar da muht eşem bir şeydi. İskele caddesi denize akan bir nehir gibiydi. Bu yolun sonunun sonsuz bir maviliğe açıldığını biliyorduk ama o günlerde hem özlem hemde korku demekti İskele!. Biz o çocuk yaşlarda o güzel şehrimizin meczubu Aloş gibi iskelelerin dayağından kendimizi kurtaracak “Ne vuruyorsunuz Bizde İranlıyığ” yollu bir parolayı bilecek kadar daha rüşde ermemiştik.
İskele caddesi. Şimdilerde artık sadece fotoğraflarda kaldı. İskele’de artık o eski iskele değil.
Van İskele Caddesinin özelliği, 7 km.’lik uzunluğuyla Türkiye’nin birinci, dünyanın ikinci en uzun caddesidir.
A.Ü. SBF. Siyaset Bilimi ABD