Ana Sayfa / Haberler / Güncel / Küresünniler 33 Kurşun Olayı 1
Küresünniler 33 Kurşun Olayı 1

Küresünniler 33 Kurşun Olayı 1

SEÇİCİ UNUTMANIN TANIKLIKLARI

I-TEKNİK ÜZERİNE:

a- ÇALIŞMANIN MATRUŞKASI

Bu makalede üzerinde konuşacağım esas çalışmayı; Ağustos ve Ekim 2002 tarihlerinde Van, Özalp ve Saray ilçeleri ve üç köyde (Sırımlı, Damlacık ve Değirmiköy) gerçekleştirdim. İncelediğim konu, aslında daha geniş bir çalışma içinde, ‘Sınır (Kasabaları) Sosyolojisi” başlıklı çalışmada yer alacak olan, “33 Kurşun Olayı” idi. “Sınır Sosyolojisi” içinde “33 Kurşun” çalışması bu üç köyle, il ve ilçe merkezlerinde gerçekleştirilen görüşmeler; “Görsel antropoloji”, “Bant kayıtları ve derinlemesine mülkatlar”dan oluşan kayıt çözümlemeleri, tarihi kayıtlar, belgeler ve metin çözümlemelerine dayandırılmıştır (Özgen, H.N., 2003). Doğrusu, burada birbiri içinden üç çalışmanın tarifini yaparak tartışmak niyetindeyim: ‘Sınır ve vatandaşlık” çalışırken ortaya çıkan ve beni üzerinde çalışmaya iten “33 Kurşun Olayı” ve bunun üzerinden “Seçerek Unutma!”. Kanımca, matruşka’nın ruhu, hepsini kapsayan, en son gösterilse de, en içte yer alsa da aslında bütün duruma ruhunu veren budur: Seçici Unutmanın İdeolojisi. Birbiri içinden çıkan bu üçlü çalışmayı (Sınır Sosyolojisi ve onun içinde yer alan 33 Kurşun Olayı ve bunun üzerine şimdi yazmakta olduğum yazı) burada sunmaktaki maksadım; hatırlama ve unutmanın toplumsal seçicilikleri üzerine bir kaç söz söyleyebilmektir. 33 Kurşun Olayı’nı incelerken, çalışmanın temelini başlangıçta ‘hatırlama’ kavramı çiziyordu. Çalışma ilerledikçe ve böylece alanın kendi tabakalanmış anlatısı açılmaya başladıkça, bu kez anlatının çerçevesi ‘seçici unutma’ olmaya başladı. Böylece, toplumsal hafıza; unutma ve hatırlamanın pratikleri üzerine başlayan araştırmalardan, giderek nelerin unutulmuş olduğunu ve oradan da neden bu kısımların özellikle unutulmuş olduğunu sorgulamamız gereken yeni bir çalışma konusu ortaya çıktı.

Son dönemlerde Bell’in de dile getirdiği gibi, büyülenmeye benzer bir hafıza patlaması yaşamaktayız. (Bell, D., 2003) “Görünüşe göre ‘hafıza’ bugün meta-teorik bir mecaz rolünü benimsemiş ve belki de duygusal bir özlem olmuştur; tıpkı Arşimed’çi Hakikat fikrinin yavaş yavaş ve acılar içinde çeşitli anti-kurumsal epistemolojilerin saldırısı karşısında çürümesi gibi; hafıza da eski anlamlarının birçoğunu yitirmiş çalkantılı bir dünyada, hakikatin mıhlandığı yere – her ne kadar güvenilir bir kazık olmasa da -demir atmak iddiasında bulunmuş gözüküyor. Hafızaya güveniyoruz” diyor Bell. (Bell, 2003, 196). Hafıza’yı aslında tarihin söylemsel tasavvuru olarak adlandıran Bell, hatırlamanın, tarihi bütünüyle ikame etmesi tehlikesini, ideolojik bir zeminde görmektedir. “Bu sadece anlambilimsel bir karmaşaya yol açmıyor, ayrıca önemli bir politik fenomeni gizlemeye yarıyor– yani kolektif hatırlamanın, ulusun ‘yöneten miti’ olarak adlandırılana karşı meydan okumada oynadığı rolü.” (Bell, 2003, 197).

Bu çalışmada ben de, kısmen, bu yolu izleyerek tartışacağım: Anlatının ideolojisi ve bu ideolojinin çözümlenmesi üzerine yapılan tartışmalar, giderek yerini, hatırlamanın mutlaklığına olan inanca bırakıyor. Artık anlatının(narrative) ideolojisini sorgulamıyoruz, sadece hatırlamanın içindeki eğretilemeler (metafor) hakkında şüphelerimiz var. Nelerin ve neden ve nasıl hatırlanmakta olduğuna dair bir tartışmayı sadece hatıranın anlam’ı üzerinden yürütürken, uzunca bir süredir yorum’u üzerinde durmadık. Burada, öncelikle şunu yapmak istiyorum: 33 Kurşun Olayı’nın politik tarih ve ulusal hatıratın içinde yer alma biçimleri üzerinde tartışırken; durumu, geliştirilen söylemin hem anlamı hem de yorumu üzerinden yürütmeyi istiyorum ve umuyorum. kinci olarak yapmak istedi im ey: İ ğ ş Olay’ın tarihsel süreç içinde gelişme biçimleri üzerinden, merkez ve çevreyi iki kutuplu bir ilişki gibi düşünmemek, çevreyi oluşturan unsurların bir yandan birbirleriyle ve tek tek merkezle ilişkilerinin; hem merkezi, hem çevreyi, hem de çevrenin bileşenlerini etkilediğine, öte yandan nasıl ve ne kadar ve elbette hangi zaman çevrimlerinde etkilediğine dikkat etmek gerektiğini bir kez daha tartışmak. Diğer bir deyişle, etki faktörleri içinde şimdiye dek belli belirsiz sezilen, unutturulan ve unutulan, yalanla ve inkarla kapatılan, bu nedenlerle ancak farklı bir okumayla açığa çıkabilen çeşitli güç gruplarının ittifak alanlarının dönüştürme sorumluluklarını izleyebilmek.

b-33 KURŞUN OLAYI: “VURULMUŞUM DAĞLARIN KUYTULUK BİR YAMACINDA”

Siyasal tarihimizde “33 KURŞUN” adıyla bilinen, halk arasında “GeliyeSeyfo’ (Seyfo Deresi “katliamı”) olarak anılan; 1943’te Van-Özalp’ta, ‘sınır kaçakçılığı yaptıkları’ gerekçesiyle 33 köylünün Kotor (Kutur-Seyfo) Deresi yatağı (Aslan, G., 1989, 27) Çilli Gediği mevkiinde (Beşikçi, İ., 1992 85) öldürülmesi olayı; siyasi tarihimizde pek çok kez ele alınmış ve yorumlanmıştır: 1948’de CHP’nin yoksul köylüye eziyeti olarak (Beşikçi. İ., 1992, 15.), 1956’da yeniden TBMM’de görüşülürken, CHP iktidarını ve İnönü’yü yargılamanın bir yolu olarak; 1970lerde TSK’nın ve orduda simgeleşen bir güç olarak devletin halka ettiği zulmün bir örneği olarak (Arif, A.) nihayet 1980lerden sonra da, Kürtlere yönelik özel bir kıyım ve baskı örneği olarak adlandırıldı (Aslan, G., 1989, 31, 43-44; Beşikçi, I., 1992, 45; Göktaş, H., 1991b, 63). Solun ajitatif resmi tarih yazını, bu olayı Ahmed Arif’in ‘Otuzüç Kurşun’ şiiriyle bildi ve bildiği kadarıyla yetindi; öte yandan “33 Kurşun” olayı, resmi tarih içinde de aynı zeminde karşı-savunmalarla ilerledi Örneğin Muğlalı’nın silah arkadaşlarından Esengin, “Sınır ve bunlara ilişkin olayları normal ölçüler ve devlet anlayışı içinde yürütmek mümkün değildi”. diyor. (Esengin, K. 1974a; 1974b, 21) Bu konudaki en son tartışma Abdullah Çatlı’nın mahkemesi esnasında belirdi. Köşe yazarları, ideologlar, siyasetçiler, popüler ve kimi popülist siyaset bilimciler “Orgeneral Mustafa Muğlalı” olayını yeniden dillendirdiler. Bu konudaki son haber, Van-Özalp sınır taburuna 6 Mayıs 2004 tarihinde, Orgeneral Mustafa Muğlalı isminin verilmesidir.

Bütün tarihçi, ideolojik ve devletçi yorumlardan arındırılmış olarak, 33 Kurşun ile ilgili en materyal hikaye şudur: 30 Temmuz 1943 gecesi 356 No’lu sınır taşında, Van-Özalp ilçesi Yukarı Koçkıran Köyü’nde Kotor (Kutur-Seyfo) Deresinde 331 köylü yargı kararları olmaksızın, öldürüldü. Olay 1948’de TBMM gündemine getirildi. DP Kütahya Milletvekili Fikri Apaydın ve Eskişehir Milletvekili İsmail Hakkı Çevik tarafından 7 Şubat 1948 tarihli verilen dilekçeye rağmen2, ancak 1949’da yargılama başlatıldı. 02.03.1950 gün ve 950-8 sayılı mahkeme kararı ile, Genelkurmay Askeri Mahkemesi, olayın geçtiği tarihte Diyarbakır 3. Ordu Müfettişi olan Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın sorumluluğunu kesinleştirerek, önce idama sonra cezasını indirerek, 20 yıl hapse mahkum etmiş; ancak Mustafa Muğlalı 1951’de, cezası kesinleşirken, bulunduğu Ankara Gülhane Askeri Hastanesinde ölmüş (Beşikçi, 1992, 79; Aslan, G, 1989, 41) ve dosyası kapanmıştır. 1951 ile 1956 arasında bir daha konuşulmayan olay, CHP’nin 6-7 Eylül olaylarında “Azınlıklara karşı ayrımcılık yapıldığı iddiası’ üzerine, DP tarafından misilleme olarak tekrar TBMM’de gündeme getirilmiştir (Beşikçi, İ., 1992, 78). Bu kez olayın geçtiği dönemdeki tüm Meclis üyeleri, bizzat İsmet İnönü ve tüm CHP’nin sorumluluğu iddiasıyla, 1Sayı hakkında bazı şüpheler vardır. Örneğin Beşikçi’nin 1956 TBMM tutanaklarına dayanarak verdiği sayı ve öldürülenlerin adları ile; Aslan’ın verdiği sayı ve adlar birbirini tutmamaktadır.

2İkinci dilekçe, 17 Kasım 1948’de Van Milletvekili Muzaffer Koçak tarafından verilmiştir. BYBS TBMM C1 dosya.

İnönü için yargılanma istenmiştir. 12 ubat 1956 ve 25 Şubat 1956 tarihlerinde Mecliste görüşülen konu 1958 tarihli Meclis Tahkikat Komisyonu raporu ve Meclis görüşmeleri ile “zaman aşımı ve çeşitli af yasalarından dolayı” tekrar kapatılmıştır (Beşikçi, İ., 1992, 79.) Çalışma3, sözlü tanıklıkların derinlemesine mülakat ve sözlü tarih tekniğiyle toplanmasıyla; ayrıca çeşitli yazılı metinlerin anlatılarının çözümlenmesi ve ek olarak anahtar kişilerle yapılan mülakatlardan oluşmuştur. Bu yollarla elde edilen metinlerin anlatıları çözümlenirken başka yazarların ve araştırmacı olmasa da aile tarihi veya aşiret tarihi ya da kabile veya ulus tarihi yazarlarının metinleri de birer anlatı olarak ele alınmış ve

çözümlenmiştir. Bu çözümlemelerin sınanması tarihsel belgelere başvurularak yapılmıştır.

Anlatılar arasındaki farklılıklarda, tarihsel belgeler olabildiğince hakem olarak değerlendirilmiş; ancak, belgelerin çatıştığı veya belirsizliğe düşürdüğü durumlarda, belgelerin içeriğine dair bir hüküm vermek yerine, yine anlatılara başvurulmuştur. Bu çalışmada, başka pek çok çalışmada karşımıza çıkan bir sorun olarak ATASE kayıtlarının incelenememesi, buna izin verilmemesi, önemli bir eksikliktir. ATASE ve Mustafa Muğlalı Paşa’nın hastane kayıtları eğer incelenebilseydi, pek çok anlatı da belirsiz ya da naiv olmaktan kurtulabilirdi.

İlk sorular; 33 Kurşun Olayı’nı köylünün hatırlayıp hatırlamadığını; nasıl hatırladığını ve bu hatıranın şimdi sınırla ilişkisinde nasıl bir rol oynadığını belirlemek amacını taşıyordu. Ancak zaman ve çalışma ilerledikçe, alanın kendisi tabakalanmış gerçekleri görebilmek için bir fırsat oluşturdu: Köylüde tatmin edilmemiş bir adalet duygusu, yerleşik bir kan adaleti (de facto adalet) meşruluğu ve travma sonrası kapanma ve korku belirmekteydi. Yavaşça ve öykülerin anlama yolu ile elden geçirilmesinden, ve zamanın verdiği güvenden hareket edildi:

Köylerde uzun süre kalmamız, konuşmaların günlük konuşmalar biçimine dönüşmesi ve yaşamı bir parçacık da olsa paylaşabilmemiz, farklı gruplardan kapıcılarımızın (gatekeeper) açtığı yolların her birisinin dürüstlüğümüze güvenen insanlara bizi ulaştırarak ilerleyebilmesi,’sözün geçiciliğinin egemenliğini kırmak’, tüm bunlar, çalışmanın güvenirliğini ve inandırıcılığını temellendirdi ve destekledi. Kasaba ve şehirlerin öyküleri, suçlama ve yargılar, farklı sosyal grupların ve kesimlerin olayı öyküleme biçimleri ‘görsel antropoloji’ tekniği ile derlendi. Saatler süren oturmalar, günlük tüm konuşmalar, her türden yaşam alanı görsel kayda alındı ve çözümlendi.

‘Yaşamın verdiği şifreler üzerinden ilerleme’ olarak nitelenebilecek bir çözümleme tekniği kullanıldı: Şifreleri kategorilendirirken öncelikle alandan çıkan anlamlara göre hareket edildi. Olgular, sosyal hafızada hangi dönemlerde, hangi kişiler tarafından nasıl kullanıldığına bakılıp, adlandırıldı (“Yine de bir kan adı kalır” gibi). Bu olguları işaretleyen metaforlara ise; bu çalışma boyunca iki kez anlam yüklendi: İlki alandaki kişilerin metaforlaştırma girişimleriyle ikincisi ise söylemin yorumlanmasıyla. Bu konu da zaten bu çalışmanın ana tartışma konusu.

Çalışmada anlatı (narrative) çözümlemesi tekniği olarak Kategorik-İçerik Perspektifi (Categorical-Content) kullanıldı (Lieblich, A & Tuval-Mashiach, R. vd., 1989). Bu çözümleme tekniği, içerik analizi (Content analysis) tekniğine en yakın olan teknik olduğu için yeğlendi. Bu teknikte, çalışılan alandaki ana başlıklar belirleniyor ve metin bu kategorilere ayrıştırılıyor, sınıflanıyor ve gruplandırılıyor. Bunun için önce alt-metinler oluşturuluyor. Bunlar her bir kişinin anlatımları, bağımsız olarak ayrı metinler veya

konuşmaların bazı parçaları olabiliyor. Bu aşamada, bazen hipotezlerin varlığı veya 3 Bu çalışmada 33 Kurşun Olayı’na özne ve nesne olmuş bulunan dört sosyal yapı incelenmiştir: Hoşap-Kutur-Ağrı ve Mahmudiye çerçevesinde etkin olan ve çeşitli dönemlerde adlarını duyurmuş; Cumhuriyet ve devletle farklı biçimlerde eklemlenmiş olan dört sosyal etkileşim kalıbı üzerinde çalışılmıştır: Göçerlik örneği olan ve sosyal ilişki ağlarını isyan üzerinde kuran Milan Aşireti, ağasız bir aşiret yapısı olarak Küresinler, bir ağalık sistemi olarak Birukiler (Andrews, P.A., 1989, 112), tarikat ve din üzerinden sosyal ve siyasal bağlarını sağlamlaştıran Arvasiler. 33 Kurşun olayının etkisi altında kalan köyler olarak: Sırımlı (H(X)arapsorik) ve Değirmiköy’de(Milaningiz); Küresinli köyü olarak Damlacık’ta(Raşik); Arvasiler ve Birukilerle ilgili olarak Van’da derinlemesine mülakat ve görsel antropoloji teknikleri ile bilgi toplanmış; tarikatların yayınladığı çeşitli metinler, çeşitli tarihi belgeler ve resmi belgeler incelenmiştir.

araştırmacının çalışmayla özel olarak ilintili olduğunu düşündü bir şey alt metinleri oluşturmada baskın olabiliyor. Araştırmacı konuyla doğrudan ilgili ve kendisine ilgili bilgiyi vereceğini düşündüğü bir ‘yönlendirici görüşme’ de yapabiliyor.

Tüm bu metinler içeriğin analizi için eldeki ana metinler olarak düşünülüyor. İkinci aşamada, içerik kategorilerinin tanımı yapılıyor. Birimlerin büyüklükleri farklı da olsa, cümle, cümleler öbeği veya kelimeler vb., bunlar sınıflandırılarak, birer kategori olarak dönüştürülmeye hazırlanır. Kategoriler öncelikle bir teoriden çıkarsanır ve araştırmacının odaklandığı konuyla ilgili olarak seçilir ve/veya yaratılır. Bir diğer kategori oluturma yılu da, metinlerin uygun kategoriler metnin içerisinden belirene kadar tekrar tekrar okunmasıdır. Bazen her ikisi de uygulanabilir ve kanımca daha doğru olan da budur. Bu çalışmada her ik teknik de uygulandı. Bu kategoriler kendilerine bazı alt kategoriler oluşturabilirler. Ta ki, metnin derinliğini ve zenginliğini yeterince yansıtabilecek ancak materyalin sıralanmasında da yardımcı olacak kadar çok ve  ayrıca kullanım kolaylığı sağlayacak kadar; ancak metnin zengin karmaşıklığını da sadeleştirmek adına basitleştirmeyecek kadar az sayıda kategoriye erişinceye dek.

Üçüncü aşama, eldeki metni kategorilere göre sıralamaktır. Dördüncü aşamada da sonuçların dökümü, karşılaştırmalar ve yorumlama geliyor (Lieblich- A & Tuval-Mashiach,R.vd., 1989, 112-115). 33 Kurşun Olayı çalışmasında da esas olarak bu teknik uygulandı. Bu teknik, metin okumalarında ikici (dikotomik) bir ayrım olarak karşımıza çıkartılan: ‘Kategorileştirmeyle bağlamsal analiz arasında bir çelişki olduğu’ düşüncesini büyük ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Zira bu teknikte kategorileştirme, sadece teorilerden öngörülmemekte, teorinin söyledikleriyle yetinilmesi gerekmemekte, fakat aynı zamanda metnin kendisi de kendi kategorilerini yaratabilmektedir.

Kategorik metin okumalarıyla bağlamsal metin okumalarının bağdaştırılması ancak böylece gerçekleştirilebilir.(bkz. Bakhtin, 1981) Bakhtin’i izlersek; bize en az üç sesi dinlememizi öğütlüyor: İlki anlatıcının sesidir, bu ses teypten duyulan ya da metinden gözümüzle gördüğümüz sestir. İkincisi teorik çerçevedir, bu bize yorumlama gücümüzü ve kelimelerimizi, kavramlarımızı verecektir. Üçüncüsü, okumanın veya yorumlama eyleminin içerilmiş yansımasıdır, bu da eldeki metinden, materyalden çıkarsadıklarımızın özetlenmesi sürecinden ne derecede haberdar olduğumuzu bildirecektir.

Bakhtin, burada devreye girmesi gereken ücüncü sesin, ‘kendi anlamlandırmalarımız üzerine eleştirel bakışımız’, ‘çifte yansıma’ (double reflexivity) olarak da adlandırılabilecek bir dinleme olduğunu bildirir. Ancak, metnin kurgusuna dair yorumlamalarımızın kendieleştirisi olarak tanımlanabilecek bu kısmı da, metne karşı serin durarak gerçekleştirdiğimizi düşünsek bile, yine de eksik olan bir şey vardı, en azından 33 Kurşun çalışmasında vardı.

Kendimize yönelik tüm eleştiri oklarını en acımasızca kullandığımızda da, tüm ideolojik gölgeleri sıyırdığımızda da eksik olan bir şey vardı: Söylemin kendisini tarihsiz bir durum gibi ele almak, söylemi donuk bir halmiş gibi mutlaklaştırmak; söylemi meşru kılmakla kalmıyor üstelik bu yolla da söylemin çeşitli dönemlerde nasıl ve kimler tarafından dönüştürüldüğünün ideolojisini yorumlamayı da imkansızlaştırıyordu. Dolayısıyla Bakhtin’in diyalojik dinlemesi de yetersiz kalıyordu. Emerson, biraz da kızgınlıkla yazdığı yazısında “Dinleyen, anlatan ve okuyan arasında öyle az bir ayrım var ki, açıkçası Bakthtin’in okuma teorisinin nasıl ve nerede kullanılabildiğini çok merak ediyorum” diyor.(Emerson, C, 2002,619)

Dolayısıyla bir sonraki aşama olarak; aynı öyküleme türleri dönemsel olarak biraraya getirildi. En zoru da buydu, zira örneğin düşmanlık veya yüceltme öykülemeleri her sosyal grup için aynı dönemin içinde değişebiliyordu; aşiretin içinde söz sahibi olanların gösterdiği hedef ve özneler ile aynı aşiretten alt statüdeki grupların hedefleri dönemsel olarak birbirini tutmuyordu. Yaşam bir kez daha Marx’ı doğruladı: Sınıfsal yapılar için amaç ve hedeflerin farklılığı, hayatın çözümlenmesinde ‘gerek şartı’ hazırlıyordu; böylece sınıfsal analiz çözümlemede gerek şart olarak kullanıldı. Ancak bu tespit de çözümleme için ‘yeter şartı’ oluşturmuyordu. Farkl öyküleme biçimleri biraraya getirildi ş ı ve bunların hangi güç grupları ve taraflar tarafından nasıl anlatıldığına bakıldı: Örneğin Ağrı İsyanıyla ilgili olarak olsun, Menemen Olayıyla ilgili olarak olsun, Nakşilerin ve Birukilerin kendilerini haklılaştırma biçimleri olsun; hepsinde içeriden sesler (sözel ve yazılı) ve belgeler yani anılar, kitaplar ve incelemeler birer metin olarak ele alındı. Bu grupların da kendi ‘şifre’leri çözümlendi. Bu metinde de konuşmalar içinden seçilmiş olan “…” ibareler şifreleri; ‘….’ ile gösterilen ibareler de bu şifrelerin kategorilerini göstermektedir. Örneğin İzin verilmişTürkler” şifresi aslında ‘Bizden olmayanlar-devletten yana olanlar’ kategorisindedir. Benzer olarak “Dedem Mehmet Bey Hamidiye Alaylarındandır” şifresi, ‘Biz de bu devletin emrindeydik. Biz de vatandaşız’ kategorisini gösteriyor. “Dedelerimiz Çanakkale’de savaştışifresi ise, ‘Cumhuriyetin kurucu ögelerinden birisi de biziz’ kategorisindedir. Bundan sonrası ise; unutmanın ideolojisine ait olacak.

3-1

26-27 Eylül 2003, Türkiye’de Sözlü Tarih Çalışmaları: Kuşaklar, Deneyimler, Tanıklıkla Sempozyumur, Tarih

Vakfı, İstanbul.

http://www.neseozgen.net/tr/yayinlar/79.pdf

Hakkında khodkar

Cevaplayın

Mail adresi yayınlanmayacaktır.Gerekli alanlar işaretlenmişlerdir *

*

Yukarı ilerleyin