Ana Sayfa / Haberler / Güncel / Küresünniler 33 Kurşun Olayı 2
Küresünniler 33 Kurşun Olayı 2

Küresünniler 33 Kurşun Olayı 2

II. NİÇİN SEÇEREK UNUTURUZ?

Hatırladıklarımız ve unuttuklarımızla ideoloji arasındaki ilişki ne kadar mutlaktır? Daha önemlisi neyi, nasıl ve neden hatırlarız? Hatırlayanlar kimlerdir? Bu ibareyi de izleyerek şimdi hafıza ile sorumluluk alanlarımız arasındaki ilişkide durmamız gerekiyor: 33 Kurşun Olayı sadece siyasi tarihimizin değil yurttaşlık coğrafyamızın nasıl biçimlendiğini de gösteren iyi bir örnektir. Eylemin, eyleyenlerin, eylemlere özne kılınmış olanların ve eyleme nesne olmak zorunda bırakılmış olanların içsel tarihsel bilgisidir. Aynı zamanda şu anda bu satırları ‘taraflı’ ya da ‘tarafsız olduğu’ iddiasıyla okuyanın, yani seyredenin, yani yurttaş olarak bizlerin ve yorumlayanların yani siyasetçi, sosyal ve politik bilimci ve ideologların da dönüştürmüş olma, gözden kaybettirme, yorumlamanın arkasına sığınma ve tarafsızlıkla geri durmalarımızın sorumluluğunun da bir örneği olmalıdır.

Van Dijk, toplumsal belleğin ideolojiyle ilintilenme biçimlerinin diyalektiğini açıklamak için, pek çok toplumsal-ara-alan sınıflandırır (Van Dijk, 2003, 19-37). Söylemi çözümlemenin bir yolu olarak Van Dijk, önce söylemin kurgulanma yollarını ele alır ve böylece en ilkten ortak alanlar, sonra düşünceler ve tutumlar alanları ve son ve en geniş socius olarak da ideolojiler ve değerler alanı toplumsal bellekle ilintilendirilir Böylece Van Dijk, Simmel’in kurguladığına benzer bir toplumsal tarif eder (Freund, J., 1997, 157-193). Simmel de, socius’un üç inceleme alanının tarif etmiştir: Toplumsal’ın bireyseldeki yansımaları olan alan, toplumsalın kurumsaldaki yansımaları olan alan ve toplumsalın moral’deki yansımaları olan alan. Van Dijk, bunun üzerine, ideoloji ile toplumsal pratiklere bu ideolojilerin yansıması arasındaki diyalektik ilişkiyi de gündeme getirmektedir. Bu pratikler ideolojik bilgi, ideolojik tutumlar ve zihinsel modellerin üretilmesi, yeniden üretilmesi ve uygulanmasıyla olur.

Ancak bütün bunlar Van Dijk’e göre hiç de zorunlu ve gerekir sonuçlarla sonuçlanmayabilirler. Bu bağlamda da Van Dijk; hafızanın her türünü sosyal oluşumun zorunlu manüplasyonu sayan Bell’den ciddi biçimde de ayrılır. Bell geçmiş olayların hikaye ediliş biçimi ve tarihin söylemsel tasavvurunu bütünüyle ‘hafıza’ olarak adlandırır. Öte yandan Ona göre, hafıza’dan ayrı bir durum olarak “Mit-alanı, çoğul ve birbiriyle sık sık çatışan milliyetçi anlatıların (tekrar) yazıldığı sayfadır; şimdinin amaçları için geçmişin tasavvurunun daima değişen ambarıdır” (Bell, 2003, 198). Bell’in bu ayrımı yapma nedeni, bir milliyetçi tasavvur olarak ortak hafızanın yaratılması sürecindeki manüplasyonlara dikkat çekmek ve bu ortak milliyetçi hafızanın büyüleyici etkisinden kurtulma gayretini artırmaktır. “Bu politik fenomen aracılığıyla kolektif hatırlamanın ‘organik’ biçimleri, aslında, ulusal kolektif ‘hafızanın’ sözde ambarı olan ulusun hakim anlatısının (ya da ‘yönetici mitoloji’) öğeleriyle çatışabilir. Böylece hafıza, hegomoni karşıtı bir direniş bölgesi, bir politik muhalefet alanı olarak işleyebilir. Bu potansiyelin yeterli derecede anlaşılması, eleştiri projesiyle uğraşanlar için çok önemlidir” (Bell 2003, 202). Bell’e göre, tahayyül ve tassavvur alanımızın çeşitli dünyaları, milliyetçi bir kurguyla toparlanm olan toplumsal haf za alan olsun, bir alt-alan olarak ış ı ı mit alanı olsun; her iki alan da bilinçli ve ideolojiktir. Toplanmaya başladıklarının akabinde de birbirlerine iç ve dış alan gibi işleyebilirler ve hatta işlerler. Van Dijk bu karşılıklı gerekirci durum ve etkilenme mekanizmaları hakkında daha ihtiyatlıdır ve daha çok, söylemin ideoloji olarak görünene kadarki hallerini inceler.

Sosyal bilimlerin tüm alanları, son zamanlarda en çok sosyalin hatırlama ve unutma biçimleri üzerinde duruyorlar. Ulus-devlet yazını olarak adlandırılabilecek popülist sosyopolitik söylemler; son 15 yıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öykülerini de totalitarizm üzerinden yeniden yazmaya başladılar. Bu öykülerin kimi zaman mikro tarih adıyla vak’a-i nüvist çalışmalara dönüş yaptığını tekrarlamaya burada gerek yok. Görünen odur ki; tarih yazımı, en hafif deyimiyle, politik bir tercih içerdiğini, en çok bu dönemde apaçık ediyor.

Ancak Wallerstein’in de dediği gibi, ‘Bir ulus turşu kurulur gibi kurulmaz!’ Benedict Anderson, ulusların, ırk, dil veya din gibi belirli sosyolojik koşullar tarafından yaratılan ve bir daha değiştirilemeyecek şekilde biçimlendirilen ürünler olmadığını anlatıyor. Uluslar tahayyül edildikleri için oluşurlar ve milliyetçilik olgusu da modern dünyanın evrensel tarihinin bir parçasıdır (Anderson, B., 1991) Bu ve bunun gibi sorular aslında ‘Sömürgecilik ve Modernite’ literatürünün de en son ana temalarını oluşturmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin batıdan devşirme kavramlarla hareket etme geleneğinin taşıyıcısı kimi popülist sosyal bilimci kurguları ise; Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun her tür öyküsünü ‘Sömürge’ kavramları üzerinden açıklamaya başladılar. Kimi zaman Türkiye’nin kuruluşu, kimi zaman ‘sömürgeleştirilen devlet’ olarak; kimi zaman da ‘sömürgeci devlet’ olarak yeniden öykülenerek anlatılmaya başlandı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ait öykülerin; artık, hem bu ‘liberal devletçi’ söylemlerden hem de ‘toplumsal olarak rasyonel işleyen eşitsiz güç dengelerinin rasyonel bir oyunu’ hikayesinden daha farklı olarak okunması gerekiyor. Tarihsel okumalarda kronolojik yapılandırmalardan (basit nedensel okumalardan) ve akronik okumalardan da (mikro tarihçi) artık vazgeçilmesi gerekiyor: Modernin kendisi irrasyoneldir. Tarihsel yapı, her boyuttaki gücün ve bu güçlerin dengelerinin irrasyonel sonuçları ile birlikte ilerlemektedir ve bu anlamda diakroniktir. Bu metin de, 33 Kurşun Hadisesinin diakronik (güç dengelerinin ve anlam dünyalarının eşzamanlı etkisinin) okunmasıdır. Tarihin diakronik bir okuması da, tek bir vak’a üzerinden yapılabilir elbette. Bu yolda bir okuma da, yine ulusal ve uluslarası güç dengelerini saptama aracılığıyla ilerleyebilir. Ancak, örneğin 33 Kurşun’da olduğu gibi; güçlerin rasyonel iktidar oyunlarına girerken bir yandan da hayatın irrasyonalitesini nasıl tekrar oluşturduklarını görmek de gereklidir. Bu ikilik, (rasyonel ile irrasyonel), Türkiye Cumhuriyeti tarihinin içinde çeşitli dönüşümlerle, Cumhuriyet ideolojisini de biçimlemekte ve dönü türmektedir.

Aşağıda, bir dönüşme ve dönüştürme öyküsü olarak 33 Kurşun içindeki eyleme özne kılınmış ve eylemin nesnesi olmuş iki socius üzerinde durulacak: 33 Kurşun Olayı’na en çok kurban vermiş olan Milan Aşireti’nin reisi Ali İhsan Bey, aşiret yapısı içinde sınıfsal açıdan daha üst konumdakinin sesini veriyor. Kürsesinler ise, yeni dönemin düşmanları ilan edilmişlerdir ve şimdi buna dair bir hafıza yeniden dönüşerek örgütlenmektedir. Milan eyleme özne kılınmıştır, eylemin öznesi olmak zorunda bırakılmış, Küresinler de nesneleşmişlerdir.

III. KURGULAMA SORUMLULUKLARI:

a- MİLAN AŞİRET LİDERİ ALİ OSMAN BEY : “Dedem Mehmet Bey Hamidiye Alaylarındandır

İlk kaybedilen, adlardı. Yer adları, mekan adları, kişi adları, köylülerin zihninde bazen geçmişte olduğu gibi bazen de şimdiki halleriyle ve bir açıklama getirmeksizin artarda sıralanıyordu: 33 Kurşun’un geçtiği mekan, Özalp ilçesi, köylülere ı ı ş ğ göre ise Mahmudiye idi. Özalp ilçesi’nin tarihi, 19 Ağustos 1930’da çizilmiştir aslında: Ağrı İsyanının son günlerinde, İran’la diplomatik bir işbirliği sonucunda ayaklanma bastırıldığında, Kutur Nahiyesi İran egemenliğine bırakıldı ve Mahmudiye kazası, Saray adı ile şimdi olduğu yere yerleşti (BYBS TBMM, kayıt no: 73-84). 1932’de bu Saray ilçesinin adı Kazımpaşa olarak değiştirilmiş; daha sonra da Kazımpaşa ilçesi Karahallı köyüne nakledilerek adı Özalp olarak değiştirilince, Saray ilçesine adı geri verilmiştir (BYBS TBMM sayı 13422).

Benzer bir durum, örneğin Meclis tutanaklarında, ancak bu kez devlet hafızasında görülebilir: Özalp’in adı zaman zaman Kazımpaşa ilçesi olarak anılmakta; Kotor (Kutur) Deresi Kokut Deresi olarak geçmekte; ölüm raporunu imzalamakta tereddüt eden askeri doktorun adı Beşikçi’de Raşit Ersezer olarak Aslan’da ise Raşit Tezer olarak verilmekte; asıl önemlisi Beşikçi’nin ölüm raporuna dayanarak (temelinde yine Meclis tutanaklarında geçen tutuklama kayıtları vardır) verdiği isimler ve sayı ile, Aslan’ın köylülerden aldığı isimler ve sayı birbirini tutmamaktadır. Beşikçi 32 erkek ve bir kadının adını verir ve kadının Türk Milli İstihbarat Teşkilatı emrinde çalışan Mehmedi Mısto’nun kızı olmasından dolayı serbest bırakıldığını belirtirken; Aslan toplam 33 erkek adı vermekte ve kadından söz etmemektedir (Beşikçi, İ.,1992, 141; Aslan, G., 1989, 21)..

Bu çalışma esnasında her iki köyde ve Özalp’ta yapılan görüşmelerde, köylüler ile, şimdi Milanların ağası olarak görüşme yapılan Ali İhsan Bey’in hatıraları ve aktarmaları arasında farklılıklar vardır. Her iki grupta da “devletin bazı kaçakçılığa önce müsaade ettiği, sonra da bu yağmayı yapan köyün (BelasorKöyü) ağası Mehmedi Misto’nun (Beşikçi, İ., 1992, 27, 141) 1500-2000 koyununun çalınmasının öcünü almak için misillemeye giriştiği; 80 atlı ile ilçenin (Saray’ın) sığırını çevirdikleri; bunun üzerine Saray’dan bir kısım insanın ihbarda bulunduğu; ölenlerin Milan aşiretinden oldukları ve yargılanmadan öldürüldükleri, zaten de suçsuz olduklarıanlatısı ortaktır.

Devletle ilişkilerini daha resmi düzlemde, tecrübeli ve dikkatle düzenleyen Milan Aşireti resisi, ‘Yağmaya başta askerin izin vermesi ve daha sonra iç çatışmaya dönüşen bir ihbarcılık geleneği’nin altını daha önemle çizmekteydi [28 Ekim 2002 tarihli görüşmeden].

“Biz [Milan Aşireti Lideri Ali İhsan Bey’in babası olan Osman Ağa’dan sözediliyor.] İran’daydık. Urmiye mıntıkasındaydık [Eski adı Rizaiye] Gittiler Türk kaçakçılar, devletten bir izin, belki almışlardır. Belasor köyü vardı, ağası Muhammedi Misdo, akrabadır, Milanlıdır, vardı. Adil bir adamdı…Fakat beraber gittiler, bir izzeti nefis meselesi yaptılar.

Bir misilleme kararı verildi. 80 atlı ile, başka aşiretler de vardı, Saray o vakitler ilçe idi. Demişler biz de ilçenin sığırını getireceğiz. Epey kollamışlar, meğerse sığır da hudut tarafına gitmiş. Onlar da sığırları İran’a sürmüşler. Koyunların yerine. Mehemmedi Misdo İngizle [Milaningiz köyü kastediliyor-Değirmiköy] akrabaydı. Yerliler, Muhammedi Misdo’yu sevmeyenler ihbar ettiler. Dediler ki 2 köy H(X)arapsorik [Sırımlı] ilen İngiz [Değirmiköy], ihbar ettiler. Çaybağı‘ndan [Rune(x)ksar] iki kişi, H(X)arapsorik’ten [Sırımlı] 16 kişi, Milaningiz’den [Değirmiköy] 15 kişi [Aslan ölü sayısını 33 olarak verirken Sırımlı köyden 25 kişinin alındığını bildiriyor; Sırımlı’dan 25 kişinin, Değirmiköy’den iki kişi, Çaybağı’ndan bir kişi ve Xretel’den (Kapıköy) 5 kişinin adlarını veriyor] İhbar yapılmış, bizi sevmeyenler bizden olmayanlar, sığırları gitmiş, ocakları yanmış. İsmen 33 kişiyi toparladılar. Buradan Van’a götürüyorlar. Van’da adalet soruyor, ‘neleri var?’. Birşeyleri yok. 3 kişiyi tevkif ediyorlar. Sırımlı köyden Abdülbaki diye bir kişi ile 3 kişiyi de ayrıca alıyorlar. Onlar zaten sonrasında beraat etti. Hepsi de sayılı kişiler. Hatta içlerinde bir çavuş izinli gelmiş, Süca çavuş, O da onların içinde”. Ali İhsan Bey, aralarında bir kadın olup olmadığını sorduğumuzda, “Bilemem, biz duymadık” diyor. “Hatta vuracak olanların askerlerin arasından Kürt olanları da çıkartmışlar, burada askerliğini yapan Batılılar olsun diye. Batılılar gitmiş. Elleri bağlanıyor, toplu halde diziliyor. İbrahim yaralı kurtulmuş. İran hududundan kaçm . Kendini ölü gibi göstermi . Onlar gidince kalkm ış ş ış. 3-5 sene sonra o da

öldü.”

Beşikçi’nin çalışmasında bahsedildiği üzere, Muhemmedi Misdo’nun, yaralı olarak kaçtıktan sonra bir süre İran’da kaçak olarak yaşayan, İbrahim Özay’ı çağırarak Türk subayının elini öptürdüğüne ilişkin bilginin doğru olup olmadığını sorduğumuzda ise: “El öptürme falan yok!” diyor. “Biz İran’daydık o vakit, Osman Ağa 1938’de vefat etti. Olay zamanı Abim Ali Rıza Bey Milan ağasıydı. Bizim aramızda 15 yaş var. Bir özel af vardı. Biz İran’da devlete [Türkiye] de biraz yaramıştık”. Ali İhsan Bey’in konuşmaları içinde özellikle üç sıfat kavramlaştırılmıştır ve incelenmesi gereken üç temel tespit vardır: “Biz ve Türkler-Batılar”, “İçlerinden birisi askerdi” ve “Sayılı kişiler”. “Biz ve Türkler-Batılılar kavramlaştırmasında yeni bir dönemin Türk-Kürt karşıtlığının izlerini görmek mümkündür: Biz, merkezin dışında kalan; oysa Batılı, merkezden olan anlamında kullanılmaktadır. Bu yolla, örneğin kurşuna dizenlerin aracı olmalarına rağmen özellikle Türkler arasından seçilmiş olduğu, tetiği çeken elin aracıdan merkeze kadar Türk olduğu, ihtiyatlı bir kavramsallaştırmayla (‘Batılı‘) bir kez daha vurgulanmaktadır.

Bu konuşmada biz düşüncesi kimi zaman Osman Ağa’yı, Ali İhsan Beyi ve aşiretin liderliğini temsil için kullanılırken; daha sonraları bütün aşireti giderek tüm mazlum ve mağdur olanları ve giderek tüm Kürtleri kapsayana kadar genişlemektedir. Burada ilk satırlarda aktarılan İzin verilmiş-Türkler” terimi, araştırmada karşımıza “Devletten yana olan ve bu nedenle Kürt sayılamayacak olanlar“ı tanımlamak için çıktı. Görüşülen köylüler ve Milan resi, suçsuzluk ve önde gelenlerin tespitlerine dayanak olarak, “İçlerinden birisi askerdi” ve “Sayılı kişiler sözlerini kavramlaştırmaktadırlar. Bu kavramlaştırma dikkatle izlendiğinde; ‘devletin kendi askere almaya layık gördüğü kişileri dahi sorgusuz yargısız kurşuna dizebiliyor olmasına isyan ve bu kurşuna dizme olayına bir tepki; ve ayrıca kendi aşiretlerinin önde gelen, sayılı, saygın bilinen kişilerinin ismen toplatılmış olmalarına bir tepki’ görülmektedir.

Ali İhsan Bey’in, konuşmasında Urmiye adını yeğlemesi önemlidir. Bu durum, yani Ali İhsan Bey’in Rızaiye adı yerine neden Urmiye adını yeğlediği; İran’ın politik süreci ve Aryen bağlaşıklığı ile ilgili bir gösterge sayılabilir. Adların değiştirilmesi ve sosyal hafızada hangi adların neden tutulmakta olduğuna ilişkin bir kanıt olarak bu durum, ilginç bir ipucu veriyor. Şah Rıza adı ile (Rızaiye) anılan bir gölün adının Humeyni rejimi ile daha eski bir döneme atıfla Urmiye olarak değiştirilmesi ve bu adın hem İran’da hem de Türkiye’de seçilerek zikredilmesi; Ali İhsan Bey’in yeni dönem etnik milliyetçiliğin ‘ulusçu’ kurgularından daha çok haberdar olduğunu da gösteriyor.

Ali İhsan Bey, Milan’ı tanımlarken, “Dedem Mehmet Bey Hamidiye Alaylarındandır, Osman Ağa onun oğludur, Milan dört koldan müteşekkildir ve 100.000 haneden fazlası Urfa ve Suruç civarındandır. Özalp’ta 30-32 pare köy bizdendir. Kışlaklarımız Maku’de [İran] yaylaklarımız Özalp’ta idi. Biz hudut açıkken bir tarihte Özalp’ta yazlarken, sınır çizilince kalmışlar. Şemsikan’ların ağası Bashan’a iki elçi yollamış “Selam söyleyin, mümkünse bu kış biz Özalp köylerinde kalalım’ demiş. Bashan’da ‘Tek bir ev saklamam’ demiş. Üç ay Şemsikanlarla Milanlar savaşmışlar….Gazlıgöl köyü kalesinde Şemsikanları sıkıştırmışlar

[Bu çatışmanın öyküsü anlatıldı] Sonra onlar kaleden çıkıp Karahisar-Keçikayası-KapıköyÇakmak-

Kepir-Kekikdüzü-Koçbaşı köylerinde yerleşiyorlar. Milan köyleri, Örenburç, Çaybağı, Baltepe, Zırava, Çardak, Zincirkıran, Dolutaş, Değirmigöl, Bayaslan-Şerefhane, Sırımlı, Korucan, Yamanyurt, Gazlıgöl, Yeşilalış-Pagan köyleridir. Bu iş 1915’lerde oldu.

Mehmet Ağa zamanında oldu. Dedem İran’a gitti. Ordu üstümüze 2000 askerle geldi, 1920’lerde, Bir devlet büyüğü [Bu büyüğün adını vermeyeceğini belirtti] pedere cevap verdi, O zaman Osman Ağa ‘Asker geliyor üstümüze’ dedi. Çok paraları varmış, Koyunlar 2-3 sürü imiş. Gümüş altın. Hiçbir şey, ne hazine ne yiyecek hiç, hiç birşey götürememişler.

Yalnızca her ata bir yorgan sar lm , kad nlar ı ış ı binecek diye, işte o kadar…[Kaçışın ve İran’a varışın öyküsü anlatıldı] Koçbaşı tarafından geçmişler…[İran’da kalış ve bütün oğulların orada toplanma miti anlatıldı] 1949’a kadar İran’daydık. 20 yıl kaldık. 1930’da af dilendi, özel af çıktı. Sonradan İran’dan Irak’a geçmişiz[Bu geçişin öyküsü anlatıldı]…Dayım ilk Meclis’te üyedir, Meclis-i Mebusan üyesidir. O da kaçmıştır…[Bu kaçışın öyküsü anlatıldı] Pederin İran’a kaçtığı 2. gece köye asker gelmiş, ‘Kim Osman Ağa’nın yakını, imamı, katibi?’ sorulmuş. İki kişi öldürdüler…[Ölümler anlatıldı ve gizemleştirilerek (mystified) bu ölümlerin dinsel motiflerle durumu betimlendi] Gözlemez köyü altında öldürdüler, kuyuya attılar. Bu iki kişinin duruşması olmadı. Kimse korkusundan ihbar edemedi. Biz de İran’dayız daha…[Neden ölümlere aşiret lideri olarak müdahale edilemediğinin gerekçeleri anlatıldı]

1949’da köylerimiz zilyetiğe geçmişti. Vallahi alamadık. Kadastro sonradan köye gelince zilyetliğe şahit gösterdiler, hakimler de bize hak verdiler, ‘Onlarındır’ dediler ‘İran’a gidince siz gaspetmişsiniz’ dediler. Ama temyiz onlara hak verdi, temyiz’den alamadık. Kaybettik çoğunu. Son zamanlarda bize kendiliklerinden teslim ettiler. Onlar [Küresinler kastediliyor] sonradan geldiler, toprağın yarısını aldılar, biz yapamadık [Sırımlı Köy için]” demektedir.

‘Hamidiye Alayları’ ile ‘Köy Koruculuğunu’ karşılaştırırken, devletin sömürgeleştirmesindeki aynılıklar üzerinden bir analiz yapan Aytar ise, burada sözü edilen İbrahim Paşa’nın kaçışını şöyle aktarır: “Kemalist hareketin çeşitli vaadlerle Kürdistan’daki aşiret reisleri ve dini liderleri kendi saflarına çekmeye, karşı çıkanları ezmeye çalıştığı bir dönemde Milli aşireti, 8 Haziran 1920’de isyan etti. Bu isyan 18 Haziran’da bastırıldı.

İsyanın bastırılmasıyla Suriye’ye geçen Milli aşireti mensuplarından 2-3 bin kadar insan, at ve develerle, bir o kadarı da yaya olarak sınırı 24 Ağustos 1920’de geçip, Viranşehir’in Etşan köyüne yerleşerek yeni bir isyan başlattılar, telgraf hatlarını kestiler. Osmanlı yetkililerinin teslim ol çağrısına Milli aşiretinin ileri gelenleri; ertesi günün akşamına kadar af çıkarsa ve zarar ziyanları ödenirse uyacakları cevabını verdiler. Bu şartlar yerine gelmeyince 26 Ağustos’ta Milli aşiretine mensup kuvvetler Viranşehir’i işgal ettiler. Türk askerlerinin kapsamlı saldırıları karşısında 7 Eylül’de tekrar Suriye’ye geçmek zorunda kaldılar (Aytar, O., 1992, 257).

Yukarıdaki paragraftaki bilgiler, Ali İhsan Bey tarafından sözü edilmeyen bilgilerdir. Ona göre, Milan asla isyan etmemiş ancak baskılar nedeniyle sınırı geçmek zorunda kalmıştır. Ali İhsan Bey’in konuşmasında birkaç önemli ipucu vardır: “Hamidiye Alayları‘ndan olmakve ilk Meclis üyesi olmak” Milan’ın Cumhuriyetle ve Osmanlı ile ve aslında bir bütün olarak devletle çatışmadığını, onun yanında olduğunu ima eden göstergelerdir.. Aynı söylemin Cumhuriyetin ilk yıllarında da bulunduğunu görmekteyiz: TBMM Gizli Celse Zabıtlarında, 1338, 22 Temmuz’da Siverek Mebusu Lütfi Bey, “…Efendiler, Fransız Ordusunu Urfa’da mağlup eden hakikatte isyan telakki ettiği Kürt askerleridir, hakikatte isyan telakki ettiği Kürt aşiretleri sayesinde olmuştur. Nihad Paşanın askerleri sayesinde değil!” diyor. Devamla “Mebdei tarihe karıştıran Nihad Paşa, Mili aşair harekatını isyan telakki etti. Rica ederim o Mili aşiretlerinin babası, ki vaktiyle Abdülhamid ona oğlum demiştir. Hürriyetten bir sene iki sene evvel isyan etti…. Şimdiki isyanlar da onun oğullarıdır. Mili, aşairlerle arasında olan rekabet neticesinde, buna isyan ruhu vermeyelim” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, 3. Cilt, 566) demektedir.

Benzer olarak, Süphandağ, Ağrı İsyanı içinde Haydaran aşiretinin yararlık ve asıl olarak önderliğini kanıtlamak için yazdığı çalışmasında, Maku aşireti reisi ve Ağrı isyancılarından Kör Hüseyin Paşa için, kanıt olarak tarihçi Cemal Kutay’ın bir televizyon konuşmasına atıfta bulunuyor: “Ünlü tarihçi Cemal Kutay özel bir televizyonda yaptığı konuşmada: ‘Doğu Anadolu’yu Kazım Karabekir Paşa değil, Kör Hüseyin Paşa Rus ve Ermenilerden kurtardı‘ diyordu. (Süphandağ, K, 2001, 246)

Öte yandan, Ali İhsan Bey’in anlatısında, köken olarak Urfa ve Suruç‘un gösterilmesi de, aşiretin Kürt olduğunun ispatı olarak sunulmaktadır. Ali İhsan Bey bu iki ibare ile, kendi aşiretinin hem Kürt kökenli hem de devlet yanlısı olduğunu belirtmektedir. Yeni dönem Kürt milliyetçili nin en önemli göstergesi, Bohtan’l ve Suruç kökenli ğ ı olmaktır. Kürtlerin kökenine ilişkin tartışmalarda, Ağrı’yı köken almakla; Bohtan’ı köken almak tartışmalıdır. Ancak; yeni dönemde, Kürt milletini yaratmada iki önemli kökenin öne çıkarılmasına karar verilmiştir. Bohtan ve Suruç. Ali İhsan Bey bu kodu bilmekte ve kullanmaktadır.

Şemsikanlarla tutuşulan savaşaşiretin geçmiş göçer yaşantısının ve ‘göçer kültüründe cesaretin-iyi asker olmanın’ bir göstergesi olarak burada anlatılmıştır. Yine öyküleme içinde “bir devlet büyüğü” ibaresi önemlidir. Bu yolla, bu devlet büyüğünün en büyük/adı anılmayacak kadar büyük (Atatürk veya İsmet İnönü) olabileceğine; aslında Milan’ın kendi büyüklüğü nedeniyle sadece en büyük devlet adamını muhatap aldığına veya en büyük devlet adamı tarafından dikkate alınmasının sıradanlığına olabildiğince vurgu yapılıyor. Bu öykülemenin, şimdilerde ‘Beyaz Saray ile arasında kırmızı telefon hattı olmak’ ya da ‘…’e yakın bir kaynaktan edinilen bilgilere göre’ vurgusuyla aynı olması, söylemin son

dönemlerde tekrar dönüştüğünü de göstermektedir.

Bundan sonraki hikayede, İran-Maku-Irak arasında geçen 20 yıllık bir sürgün döneminden sonra aşiretin, bir özel afla birlikte 1949’da Türkiye’ye geldiği ancak, bıraktığı toprakları (yereldeki hakimler lehte karar verse de, merkezin temyiz mahkemelerinin direnmesi sonucu) alamadığı anlaşılmaktadır. Özetle Cumhuriyetle girişilen bir anlaşmazlığın sonucunda sürgün, 20 yıl sonraki geri dönüşte ise, özel affa rağmen topraksızlık öyküsü öne çıkarılmaktadır. Ali İhsan Bey, ‘Biz o zaman devlete yaramıştık biraz’ ve İran şahı bize ikram etti, evrak-ı halise’den (İran Şahı’nın sunduğu olanaklar tarif edildi ve bir bolluk öyküsü anlatıldı)… kadar mülk ve öküz ve tohumluk verildi…Biz o yardımları da reddettik,

kendi memleketimize, şimdi nasıl olsa af da çıkacak, kendi memleketimize dönelim dedik” diyerek; dönemin göçer Kürt aşiretlerinin Cumhuriyetle çatışma ve sonradan DP iktidarı ile bağdaşmasının ipuçlarını da vermektedir.

Ancak Milan’ın sonradan toprak sahibi olması da ilginçtir. “Onlar” kategorisine atılan Küresin-li-ler, Simko Ağa isyanı sonrasında Van civarına yerleştirilen, ağası olmayan bir aşiret yapısıdır. Bu yapının şimdilerde de Milan ile aralarında köklü çatışmalar vardır.

Nitekim Sırımlı, Değirmiköy vb. pek çok köyde ikili bir yapı mevcuttur. Ali İhsan Bey, Küresinleri hem ötekileştirmekte hem de kimi zaman (son yirmi yıl içinde) toprakları kendiliğinden teslim ettiklerini söylemektedir.

Milan aşireti; Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, devlet katında “İsyana katılmışlardır, Yurdumuza bağlılıklarına güvenilmez. Aşirette ağalık düşüncesi hakimdir. Yarı göçerdirler. Bir kısmının hırsızlığa eğilimleri vardır” (Aşiretler Raporu, 1998, 349) damgası ile belirlenmiştir. Kazım Karabekir Paşa raporlarında, Van-Bitlis-Ağrı ve Muş civarındaki aşiretleri devlete göre ‘Muti, Fena, Yağmacı, Nispeten Yağmacı, Sakin’ vb. tanımlarken; K8 Raporu, ‘Fırka Mıntıkasında Üç Aşiret’ başlığı ile, Milan aşiretini Celâl, Şivili, Takavi vs. aşiretleri ile aynı aşiret alt sistemi içine koyar (Karabekir, K., 1995, 76) Karabekir Paşa, Dersim isyanını hazırlayan şartları teşhis ettiği yazısında, bu Kürtleri “Aşiretlerin birbiri ile münasebeti hayırhane değildir. Nasıl olabilir ki, umumiyetle Kürtlerde aile hissi bile menfaat hislerinden sonra gelir. Yerine reis olmak için kardeş kardeşe kurşun atar…Muş‘ta bazı aşiretlerde üste birşey alınmak şartıyla kadınlar mübadele edilir” diyerek ötekileştirmektedir.

Milan aşiretinin Cumhuriyet ile asıl sorunu, Ağrı İsyanıyla başlamıştır. Kaynak Yayınları’nn yayınladığı ve Genelkurmay’ın olduğu iddia edilen metinde sözü edilen isyan da budur. 1925’te, Milan ile birlikte bazı feodal ağaların ve aşiret liderlerinin sürgüne yollanmak istenmeleri ve bu nedenle Cumhuriyete isyanı ile başlayan (Kalman, M., 1996, 77) bir süreçte; aşiret geleneği ile topyekun karşı koymaları, Cumhuriyet tarafından sürgüne mahkum edilmeleri ile sonuçlanmıştır. Daha sonra bazı gruplar için özel af çıksa da, Milan 1949 yılına kadar sürgünde kalmıştır.

‘Devletin itaatkar bir kul’u olman n üst-söylemi ile ‘ı Kürt ve karşı olma’nın altsöylemini birleştiren bu söylemin çözümünü nasıl yapabiliriz? Milan, kendisini öncelikle ‘geçmişte asi, geleneksel(diğer aşiretlerle çatışan) ama aslında devlet yanlısı’ olarak, sonra da ‘verilen sözler tutulmadığı için kırgın bir sosyal yapı’ olarak tanımlamaktadır. Zizek, bunu ‘Kollektif suç üzerine kurulan yeni bir durum”(Zizek, S., 2002)olarak tanımlıyor. Ancak Zizek de dahil, kollektif kurucu söylem üzerinde politika üretenler; üst-iktidar alanlarının alt-alanlar üzerindeki yönlendiriciliğini açıklayabilmenin bir yolu olarak bu söylemi kurgularlar. Diğer bir deyişle madun’un(subaltern) oluşması bu yolla tek yönlü bir kurgu; madunun maruz

kaldığı bir iktidar baskısı olarak adlandırılır. Oysa, socius’un kendisini ve öyküsünü her durum için yeniden kurgulamasının altında, devletin olduğu kadar tüm mikro birimlerin de karşı-etkisi olduğu dikkate alınmalıdır; böylece Milan’ın ‘çift taraflı suçluluk’ üzerine bir öykülemeye giriştiği düşünülebilir: Cumhuriyete karşı gelmediklerini beyan etmelerine rağmen (birinci suçluluk: Kürtlüğe ihanet) sürgüne gönderilme ve sonucunda isyan (ikinci suçluluk: Cumhuriyete ihanet); pazarlık mekanizmalarını çalıştırarak (üçüncü suçluluk: İran Şahına ihanet) yurtluğa geri dönüş (dördüncü suçluluk: Kurşuna dizilenler üzerinden yurtluğu geri alma pazarlığı) ve geri dönüşte topraklarına kavuşamama isyanı. ‘Milan neden 33 Kurşun’dan sonra ayaklanmadı? Bu kadar büyük, köklü ve güçlü idi ise, neden bu meseleyi geleneksel kalıplar içinde ele almadı?’ sorusuna yanıt olarak Ali İhsan Bey, ‘İran’daydık, devlet çok güçlüydü, 100 insan daha ölürdü’ demektedir. Ancak, daha sonraki bir konuşmada “Milan, hesap sorma işini daha yeni bir tarihe bıraktıifadesi kullanılmıştır. Yeni dönem, yani PKK kalkışması dönemi için, Küresinler, “Hesap sorma işi kan dökmeye dönmedi ama sıkıntı arttı. Siz bizden değilsiniz hali oluştu. Bunu duyan Küresinler de askerle yakınlaştıdemektedir. Bu ifade aracılığı ile, ‘Milan’ın, eski arazilerinin gönüllü olarak, son dönemde geri alınması, iade edilmesi’ de anlaşılabilir olmaktadır.

Zizek, kolektif suçluluk duygusunun gerçek ile bağdaştığı noktada yaşanan keskin sarsılmayı, ‘öznenin tam kalbindeki, simgeselleştirilemeyen, her türlü anlamlandırma işleminin bir artığı, kalıntısı olarak üretilen bir gerçek noktası’ (Zizek, S., 2002, 195) olarak yorumlar. Bu noktayı kapitone noktası olarak adlandıran Zizek, ‘Gösterenin gösterilenler setine birebir tekabül etmediğini, gösterenin daima yüzergezer olduğunu’ belirtir. “Oysa anlaşabilmek için belli söylemler içinde gösterilenleri sabitlemek, belirli gösterilenlere, tabir caizse, raptiyelemek gerekir… Bu raptiyeleme işlemi…belirli çöküntü noktaları, sabitlik alanları oluşturur ki, anlam dediğimiz şey ancak bu noktaları referans alarak ortaya

çıkabilir…Bu noktaya points de capiton, kapitone noktaları adı verilir. Kapitone noktaları, dil’in yüzeyinde yarattıkları örüntüyle bir ideolojik sistem, bir söylem çerçevesi oluştururlar“(Zizek, S., 2002, 249).

Bu çerçevede, Milan’ın şimdiki durumunun tanımı, tam da geçmişten getirdiği örüntüler (suçluluk duyguları, araştırmacının sıfatında devletin daha sosyal bir boyutu ile karşılaştığını düşünme, ihanetin mazeretleri ile haksızlıklara ve ihanete uğramış olmanın isyanı vb.) çerçevesinde Ali İhsan Bey’in söyleminde yeniden ve yeni durum için çizilmektedir. Bu kapitone noktasında geçmiş yeniden kurgulanmakta, bu geçmişten alınan miras (önceleri geleneksel çatışma gücü ve geleneği-Şemsikanlardan toprak işgali, sonrasında da Cumhuriyete karşı çıkmış olmak-Ağrı isyanı başlangıcında İran’a kaçış, sürgün ve pazarlıklar) ihanet, suçluluk ve mazeret ile dönüştürülmekte ve son olarak yeni dönemin tarihi içinde Milan’ın alacağı yer için ideolojik bir söyleme temel teşkil etmektedir.

Zizek, hafızanın sosyal kurgusunun Lacan’cı yorumunu yaparken; gösteren ve gösterilen arasındaki bu çatışmanın salt psikanalitik çözümünü ilettiğini belirtir ve böylece de aslında daha temel bir gerçeklik kurgusunun socius’un zihninde yarattığı karmaşayı da gözden kaçırmış olan Lacan’ı bir adım ilerletir. Simmel bir adım ileri giderek; iki tür yalan vardır diyor: “Sözleri düşüncelerden farklı bir yöne sevkeden yalan en yüzeysel ve giderilebilir yalandır: Bu yalan insanın kendisine ait değil gibidir, kendisiyle dış dünya arasındaki sınırda olunur yalnızca. Asıl yalan, sözlerin düşüncelerle örtü fakat  şüncenin içimizdeki daha derin gerçekle çeliştiği yalandır; ruhumuzun kendi içinde ikircikli olduğu ve asla inanmadığını bildiği şeye inandığı zaman (Simmel, G., 2000, 34). Dışarıya karşı söylenmiş olan ama aslında kendimize karşı da olduğunu bildiğimiz bu tür; socius’u bütün hayatını reddetmeye ve yeniden kurgulamaya yönlendiren bu yalan türü sayesinde Milan ve Türkiye Cumhuriyeti de kendisini ve birbirlerini yeniden kurgular: Milan’da da ‘kurucu suçluluk söylemi, kollektif suç üzerine, böylece kurulmuştur.

3-2

26-27 Eylül 2003, Türkiye’de Sözlü Tarih Çalışmaları: Kuşaklar, Deneyimler, Tanıklıkla Sempozyumur, Tarih

Vakfı, İstanbul.

http://www.neseozgen.net/tr/yayinlar/79.pdf

Hakkında khodkar

Cevaplayın

Mail adresi yayınlanmayacaktır.Gerekli alanlar işaretlenmişlerdir *

*

Yukarı ilerleyin